0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

11. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

                                                        "ON ALTI."

Kirpiklerinin arasındaki sisli gezegenleri gözlerime dikiyorsun, gözlerinin uçurumun dahi diline dolanan iki mısralık şiir olduğunu düşünüyorum. Oysa ki gözlerin, bir şiir ilk satırında tıkar nefesleri.

Saçlarının bir rüzgârda uçuşarak parmaklarımdan geçiştiğini düşünüyorum.
Oysa ki, ellerimin bileklerimden koparıldığını unutuyorum.

Bana bir anda, o kadar fazla acı ve tahammülsüzlük yüklemişti ki, dakikalar boyunca onun gözlerine bakakalmıştım. Onun ikiz gezegenleri... Bir uçurumun ağzından taşar gibi taşan kehribar parıltıları... Tam şu an o gözleri çıkarıp önüme koysam, hissettiğim tek şey daha fazlası olurdu. Onu daha fazla yaralamak, daha fazla hırpalamak, dövmek, bitirmek, boğazlamak...

Annemin babanla bir ilişkisi olduğunu...

Benim babam, bu cümlenin içine giremeyecek kadar temizdi.

Aklını mı kaybetmişti? Benim babamı nasıl bununla itham edebilirdi? O benim babamdı. Hiçbir sadakatsizlik onun isminin yanına yerleşemezdi, kimse beni aksine inandıramazdı. Amcası ona ne söylemiş de onu böylesine pislik bir düşüncenin içine itmişti? Hatta öyle derine itilmişti ki, ip atsam erişemezdi. Peki ya kendi annesinden bunu nasıl beklerdi? Gözüm dönüyordu, ona karşı olan nefret ve şiddet eğilimime mâni olamıyordum.

Sırtımı hafifçe eğerek sinirden titreyen ellerimi oturduğu koltuğun iki yanına koyduğumda, mesafemiz iki kalp çırpıntısıyla sona erecek kadar yakınlaşmıştı birbirine. Baygın, sabit gözleri gözlerimi karşılamak konusunda bir sıkıntı yaşamamıştı ama öfkemi kaldırmakta zorlanabilirdi. Ona yukarıdan bakan bendim ama üstünlüğü tamamen hissetmeme izin vermiyordu. Bir elimle tişörtünün kırışık yakasını kavrarken, "Ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu?" dedim, sesimde yalnızca hiddetimin gölgesi vardı. "Ve eğer ağzından çıkanı kulakların duyuyorsa bu cümleyi nasıl kurabiliyorsun?"

Baygın gözler, ıslak dudaklar, sabit huylu bir çene, boş bakışlar ve umursamaz bir omuz silkiş... Soruma olan cevabı tam olarak böyleydi. Benimle dalga geçer gibiydi, tırnaklarımı boğazına saplamak istedim. "Cevap ver!" Diye emrettiğimde, hiddetin sesimdeki gölgeleri çoğalmıştı. "O cümleyi nasıl kurabiliyorsun? O benim babam! Duyuyor musun? Bu cümlenin içinde olduğu için kemikleri sızlıyordur!"

Gömleğini çekiştiren parmaklarıma baktı, hiçbir ifade barındırmayan bir bakış olmasının yanında beni daha da delirten bakıştı. Omuzlarını bir kez daha silkerken, onu çekiştirmeme engel olmak adına bir girişimde bulunmadı. "Ne dediğimi iyi biliyorum," diyerek karşılık verdi bana.  "Ben de bu ihtimale bayılmıyorum Mahşer, sadece gerçekçi davranıyorum."

"Gerçeklerin canı cehenneme!" O kadar çok bağırdım ki, kundaktaki bir bebek olsaydım, üç gün uyuyamazdım korkudan. "Babam anneme bunu yapmaz!"

Tısladı. "Ama benim annem babama bunu yapar!"

Kendime düşünmek için bile zaman vermedim. Her şey oldukça açıktı. Annesini, sadakatsiz olmakla itham ediyor ve bunu yaparken kendinden emin görünüyordu. Fakat bu benim ilgilendiğim taraf değildi. Benim ilgilendiğim taraf babama yaptığı hakaretti. Mermer gibi sert duran yüz hatlarımda hiçbir değişim olmadığını gördüğünde, "Annemin gölgesi gibisin," dedi bomboş bir sesle. "Ona bakardım, anlatırdım, konuşurdum ama tıpkı bir duvar gibi tepkisiz kalırdı. Sonra bir paspas gibi ayağının ucuyla iter ve giderdi. Acımasızsınız!"

Annesinin acımasızlığını neden bana yıkıyordu? Sebep neydi? Burada hesap sorması gereken kişi bendim, nasıl hadsizce bana bağırıyordu? Kaşlarım, ortalarında bir çukur oluşturarak çatıldı. Parmaklarım boğazının etrafına sarıldığında, tenini bir kâğıt gibi buruşturarak atmak istedim. "Annen bir kaltaksa," dedim, tıpkı onun beni itham ettiği gibi, acımasızca. "Bana ne?"

Öfkeden kudurdu. Acısına sızdığım gibi acıma sızmak istedi. "Annem iyi bir kaltak olmalı ki, sadık babanı bile kendine müşteri yap..."

Onu yumrukladım.

Yumruğumun suratında patlaması bana haz verdi ama asla yetmedi. Ansızın, yüzünün tam ortasına indirdiğim yumrukla birlikte geriye doğru sıçradığında, burnundan yükselen o sesi duymuştum. Küfür ederek inledi, ellerini burnuna kapatarak kafasını koltuğun arkasına yatırdığında, burnunun deliklerinden dökülen kanı fark ettim. "Bitti," dedim yalnızca. "Bu ortaklık bitti. Hayatımın geri kalanında yüzünü görmeyi istemiyorum."

Oysa ki on altı olsaydım sana şunu denemeyi isterdim; hayatımın geri kalanında bir tek senin yüzünü görmeyi istiyorum.

Elimdeki dokunuşu silkmek için parmaklarımı sallayarak nefretin yayıldığı gözlerimi ondan uzaklaştırdım ve hiç beklemeden arkamı döndüm. Elimden dokunuşunu silememiştim ama silmiş gibi yapabilirdim. Çıplak ayaklarla, adeta zemini deler gibi yürüyerek odanın çıkışına uzandığımda, onun tepkisiz kalmasına sinirlendim. Kahretsin! Sinirlenmesini istiyordum. Saçlarım süratimin hızı dolayısıyla yüzüme doğru çarpıp dururken, kapıyı açmak için kulpa uzandım. Sakince seslendiğini duydum. "Mahşer?"

Omzumun üstünden, saçlarımın yanağıma atacağı tokadı göze alarak ona döndüm. "Bırak, ismimi hak edenler ansın! Çünkü, bana ismimi babam verdi."

Cümlelerime asla aldırmadan beni baştan aşağıya kayıtsız bir şekilde süzdü. "Böyle mi gitmeyi düşünüyorsun?"

"Neyim varmış?"

Kayıtsız bakışlarını takip ederek üzerime baktığımda, sadece onun tişörtüyle durduğumu gördüm. Tabii, onun tişörtünü giymiştim. Gözlerimi tekrardan gözlerine kaldırdım, onun tişörtünü giymiş olmak şu an asla iyi hissettirmiyordu.  "Doğru böyle gidemem," dedim, ona arkamı dönerken. Şimdi sırtım ona dönüktü. Parmaklarımı tişörtün uçlarına taşıdım ve mekanik bir harekette, kolayca tişörtü üstümden çıkardım. Altımda sadece ona ait bir çamaşır vardı, sırtım ve bacaklarım çıplaktı. Devam ettim. "İşte böyle gidebilirim."

Onun tişörtünü yere atarak ayağımla ezdim ve hiç durmadan, kendimi açtığım kapıdan dışarıya attım. Kapıyı öyle sert kapattım ki, menteşeler gıcırdadı. Kollarımı göğüslerimin üstüne bağlayarak karanlık koridor boyunca yürüdüm ve Ada'nın odasından içeriye sızdım. Duman arkamdan gelmedi, gitmemem için beni durdurmadı. Bağırmadı, çağırmadı, muhtemelen gitmemi bekliyordu.

Ada'nın kıyafet dolabına yürüdüğümde kollarım iki yana inmişti. Mavi renkli geniş dolabın kapaklarını gürültüyle açarken onun uykuda olmasıyla ve uyanma riski taşımasıyla ilgilenmiyordum. Badi olduğunu anladığım koyu renkli bir parça ve eşofman olduğunu anladığım pamuklu bir kıyafeti alarak üstüme geçirdim. Bir de kapüşonlu alarak badimin üstüne giyindim, şapkasını örttüm.

Daha az sinirli değildim.

Hâlâ onun tenini damarlarından sıyırabilirdim.

Dolabın kapağını sertçe kapatarak odadan dışarıya çıkarken, Ada'nın sızlandığını ve uykusunda rahatsızca kıpırdandığını görmüştüm. Asla umurumda olmadı. Ben annemin yüzüne kapılar kapatıyordum, bu kızınkine kapatmışım, çok mu...

Dişlerimi birbirine yaslarken, kafamı kaldırarak sokak kapısına baktım. Ciddiydim, bu iş bu gece, burada sona erecekti ve hayatımın geri kalan kısmında, onunla aynı eksen içinde yer almayacaktım. Hiddetli, saldırgan adımlarımla sokak kapısına dek yürüdükten sonra portmantodaki botlarıma uzandım. Ah, kahrolası dişlerim, yaptığım baskı yüzünden acıyordu. Ayakkabıları seri bir şekilde giyerek kapının kulpuna uzandım, kapıyı açmayı denedim.

Kapı kilitliydi.

Alnımı sertçe kapıya yasladım. Çok sertti, ağrıyı şakaklarımdaki damarlarda hissettim. Sinir problemim vardı, kuduruyordum ve saldıramadığım zaman kendimi yiyip tüketiyordum. Geri zekâlı herif, ne yaptığını sanıyordu? Midemdeki sancıyı hissederken, tekmemi sokak kapısına geçerek haykırdım. "Anahtarı buraya getir!"

Evin duvarlarını onun üstüne yıkmayı istiyordum. Beni neden durdurmadığını şimdi anlıyordum, evden çıkamayacağımı biliyordu. Beni savunmasız bıraktığının gerçeği suratıma tokat gibi çarptığında, hissettiğim yenilgi duygusu altında çığlık atmamak içim dudaklarımı dişledim. "Duman, o anahtarı derhal buraya getir!"

Sessizlik. Sağır edici, tüyler ürpertici bir sessizlikti aldığım tek karşılık. Bu beni olduğumdan biraz daha sinirlendirdiğinde, "Beni bastırmana izin vereceğimi mi sanıyorsun?" dedim, bu kez bağırmaya lüzum görmeden. Tahammülsüzlüğüm hat safhadaydı. "Seni zorba! Pislik, kişiliksiz, terk edilmiş dağın öküzü! Aç kapıyı!"

Sessizlik. Biraz daha sessizlik. O kadar sessizlik ki, neredeyse konuşmayacaktım. Fakat konuştum. Sabırsızca, inler gibi bağırdım. "Umarım anahtarı koyduğun o deliğe girer ve bir daha çıkmazsın!"

Ne yapabilirdim? Kapıyı bıçakla veya herhangi başka bir şeyler açabilir miydim? Eh en azından deneyebilirdim, zaten eğer bıçak kapıyı açmazsa onun boğazını delebilirdi. Ayağımı kapıdan ayırırken, "Bu işe seninle başlamak hataydı," dedim dişlerimin arasından. "En azından bunu erken fark ediyorum. Vakit kaybısın."

Hızla arkama döndüğümde tek amacım mutfağa gitmek ve o bıçağı almaktı. Fakat arkamı döndüğüm an onu görerek sendeledim ve sırtımı aniden kapıya yasladım. Bir an tepki vereceğimi, çığlık atacağımı falan sandım ama bu hataya düşmedim. Evet, gözlerimi bile büyütmeden, ruhsuzca onun siluetine baktım. Tam koridorun diğer ucunda, karşıdaydı. Kollarını göğsünde bağlamış, baygın gözlerle beni süzüyor ve tepkisizliğinden ödün vermiyordu. Ne zamandır oradaydı? Anlamamıştım. Bunun için kendime kızarken, göz bebeklerindeki uçurum kıyılarından kulağıma dolanan sessiz hisleri anlamaya çalıştım. Buna izin vermedi. Ona kızmak için dudaklarımı araladığımda, "Bunu bir daha kimsenin yanında yapma," dedi, sesi bıçak kadar keskin, bir yağ kadar akıcıydı.

Kaşlarımı çattım, hâlâ bir şeyleri öğrenememişti. "Bana emir kipi kullanma," dedim her kelimenin üstüne vurgulayarak. "Ayrıca neyden bahsediyor..."

"Kimsenin yanında soyunma."

Kanım, damarlarımın içinde sertçe çalkalandı. "İyi de Duman, bundan sana ne? Hani yani, sana ne? Sana ne?"

Hiddetim onu savuşturmadı, bağırtılarım karşısında bile ruhsuz bir tavır göstererek üstüme doğru yürümeye başladığında, "Aferin," dedim kibirli bir ses tonuyla. "Anahtarı vermediğinde başına neler geleceğini biliyorsun tabii değil mi? Kilidi aç çabuk, yoksa üstüne atlayıp döveceğim se..."

Kemikli parmaklarını aniden omzuma yaslayarak beni hazırlıksız yakaladığı o minik an içinde, bedenimi tümüyle beraber kendine çekti ve beni özel sınırları içine aldı. Bir anda burun buruna geldiğimizde, düşme pahasına da olsa ona tutunmadım veya ondan destek almadım. Bakışlarımız çakıştı. Kehribar renkler, şafak gibiydi. O kadar şafaktı ki, gece mi yoksa aydınlık mı olduğunu anlayamıyordum. Eli tişörtün içinden kayarak ensemden aşağıya, çıplak tenime doğru indiğinde, bir havai fişek dalgası kasıklarıma yüklendi ve orada kilitli kaldı. Söküp atmak isteyeceğim, beni kendime karşı öfkelendiren bir histi. Parmak uçları, kaburgalarımın çıkıntılarından aşağıya inerek sırtımın tam ortasında durduğunda, "Gitmene izin vermiyorum," dedi, gözleri artık şafak değildi. Geceydi. Avcu sırtımda bir gonca gibi açıldı, sırtımdan destek alarak beni kendine çektiğinde göğüslerim göğüsleri üstüne oturdu. "İnsanlar, ölecek insanların arzularını yerine getirirler. Arzularımı yerine getirmeyi ister misin?"

Yüzüme doğru yakın temastaydı, nefesi ağzımdan içeriye akarak dişlerimin arasından süzülüyordu. Sert, mermer gibi göğüslerine yayılmış olan göğüslerime baktığı bir andan sonra, bedeninin alt bölgesini de bana doğru bastırarak vücudumu savunmasız bıraktı. Kükremek, onu pataklamak istedim. Kulağıma doğru eğlenen bir şekilde konuştu. "Arzular, tatmin olmayı talep eder. Seni tatmin edebilirim?"

Kasıklarındaki etkileşimi bu kadar yakından hissetmek, sinirimi bozmuş ve ağzımdan nefreti taşırmama sebep olmuştu. Bir elimi omzuna dayayarak onu tartaklarken, "İmalarının da senin de canım cehenneme," dedim dişlerimin arasından. "Geberebilirsin, bu beni incitmez."

"Ben de onu diyorum," diyerek gözlerini birbirine yaslı göğüslerimizde gezdirdi. "Gidecek olan benim, sen kal."

Kendinde yaşama ihtimali görmüyordu, ona göre ölecekti ve bu yakın zamanda olacaktı. Sahi, öyle mi olacaktı? "Kalbi delik olan her insan ölmüyor," diyerek onu azarladım.

Alay eder gibi, dudağının ucuyla gülerken, "Ama ben öleceğim," dedi ruhsuz bir tavırla. Gözlerimin en içine baktı. "Çünkü, sen kalbimi hızlandırıyorsun. Zavallı kalbim, bu tempoya uzun süre dayanamaz."

Bir şey mi hissetmem gerekiyordu? Mutlu mu olmalıydım? Ya da kalbinin benim için neden hızlandığını mı sormalıydım? Hayır, bunları yapmak saçmalık olurdu. Ben aptal bir âşık olmayacaktım. On altı değildim, on altımı, babamla birlikte kaybetmiştim. Omzundan bir kez daha sertçe iterken, "Babam mezarından çıkıp gelse sevinmem," dedim sakin bir sesle. "Şimdi, sana ne kadar hissizleştiğimi anlayabiliyor musun? Kaybedecek olsan da henüz bir kalbe sahipsin, ben kendiminkine ulaşamıyorum bile!"

"Sana öğretirim!" Boştaki eli hızlı bir hamleyle sol yanağımı kavradığında, kanın damarlarıma çarpma hızı arttı. "Sana, ona ulaşmanı öğretebilirim."

Alayla güldüm. "Ölecek bir adamdan öğretmen olmaz."

"En azından arkamda, ağlayacak bir kız bırakmış olabilirim." Gözyaşlarının sızdığı o delikleri bir avuç toprakla kapatmıştım, asla ağlayamıyordum. "Sana kalbini hissetmeyi öğretirsem, benim için ağlar mısın?"

"Ağlamam."

"Evet, ağlarsın."

Dudağımı ısırdım. "Ağlamam!"

"Ağlarsın."

"Hayır!"

Sakindi. "Hüngür hüngür ağlarsın."

"Eğer öldüğünde ağlayacak olursam gebereyim tamam mı..."

"Ölmeni istemem," diyerek sözümü kesti. Çok kısa bir an yüzümü izledi. O kadar derin ve tuhaf bir şekilde izledi ki, bu bakışı o ölse bile unutmayacağımı anladım. "Ben öldükten sonra, muhtemelen intikamımızı almış olacağız. Senin için hayat sıfırdan başlayabilir. Belki acın soğur, kalbine ulaşabilirsin ya da ne bileyim..." gözlerini kaçırdı. "Aptal! İlla ki kalbinin yerini sana hatırlatan biriyle karşılaşacaksın."

Kalbimin yerini bana hatırlatan birisi... Ben kalbimin yerini hatırlamıyor değilim, ben kalbimin neler için attığını hatırlayamıyorum. Bir deniz olsam diye düşündüm benden kaçırdığı gözlerini ararken, ilk seni yutardım. Benden kaçırdığı gözlerini bulduğumda, "Tamam," dedim hissizce. "Kalıyorum."

Duraksadı, tatmin olmuşa benziyordu. "Kalıyorsun?"

"Evet, kalıyorum."

"Pekâlâ." Dokunuşlarını benden alarak özel alanımdan dışarıya çıktıktan sonra, çenesiyle odasını işaret etti. "Geç, daha sakinsen konuşalım."

Önümde açtığı mesafeden yürümeye başladığımda, tırnaklarımı avuç içime batırmış ve eşelemiştim. Arkamdan geldiğini biliyordum, bakışları bedenimin tümünde dolanmasa bu kadar ürpermezdim. Donuk bakışlarım, çatılmış kaşlarım, ayarsız dilim, sımsıkı bastırılmış dudaklarımla ben bendim işte. Cayamıyordum, olduğum bu kıza alışmıştım ve o bedenin içine hapsolmuş masumiyete ulaşamıyordum.

Peş peşe odadan içeriye girdiğimizde, Duman kapıyı sakince kapattı ve yuvarlak yatağına oturarak ayaklarını yere bastı. Evet, burada kalmayı kabul etmiştim ama bu yenildiğim anlamına gelmezdi. Sadece ona doğru ittiğim duvarları geriye çekmiştim. Onun yanına oturarak dirseklerimi dizlerime yasladım ve yüzümü avuçlarım arasına alarak ileriye izledim. Yerden tavana dek uzanan geniş camdan dışarısı, Galata’yı görüyordu ve şehrin ışıkları karanlığın koynunu aydınlatıyordu. Birkaç dakika aynı pozisyonda şehrin ışıklarını izledik, birkaç serserinin sesini duyduk, sarhoş bir adamın bağırtılarını duyduk, odanın içini dolduran seviyesiz ve tekinsiz kalp atışlarını dinledik.

Duman'ın kalbi, olması gerektiğinden daha hızlı atıyordu.

Bahsettiği bu muydu?

Ben, ona erken ölümü mü getirecektim?

Sessizlik, damağıma sanki akışkan bir sıvı gibi yayılarak, konuşmaya dair becerimi benden mahrum ettiğinde dakikalar boyunca sustuk. Gerginlik azalmıştı ama yok olmamıştı. Duman sakindi, eli ara sıra kalbini ovalıyor olsa da şikâyet etmedi. Az sonra elleri dizlerinin üstünde birleştiğinde bakışları profilime düştü. Sanki yanaklarımda, gözlerindeki girdabın ağırlığını taşıyordum. "Amcamla buluştuğumu biliyorsun," dedi. "Bana annemin babanla bir ilişkisi olduğunu söylediğinde amacı neydi, bilmiyorum. Kafamda çok fazla şüphe var Mahşer. Neye inanacağımı şaşırdım.”

Onu tersledim. "İradesiz misin? Amcanın aklını karıştırmasına nasıl izin verirsin?"

Onu bastırmama izin vermiyordu, çünkü bastırmak için yaptığım şeyleri katiyen umursamıyordu. Terslenmemi de umursamadı. "Bir sebebi olmalı," diye devam ettiğinde daha çok kendi kendine konuştuğunu anladım. "Her şeyin bir sebebi vardır."

"Ve her sebebin de bir sonucu vardır!" Tenime bir şeytanın parlak, kırmızı rengindeki gölgesinin düştüğünü hissettim. "O sebep babamı ve annemin sesini benden aldı. Sonuç sebebi götürdü. Neden yaptıklarıyla değil, yaptıklarıyla ilgileniyorum!"

Çenemin seğirdiğini hissettim. Bedenime o kadar fazla sinir yüklüydü ki, artık uzuvlarımı ağrıtıyordu. "Sana bahsettiğim bu değil anlamıyor musun, o sebebi merak ediyorum. Tamam, sonuçlar bizim hayatımıza işgal etmiş olabilir ama ben bunun sebebini merak istiyorum!"

"O sebebi öğrenince ne olacak?" diyerek patladım ona. "Herhangi bir sebep seni tatmin edebilir mi Duman? Adam öldürmekten, adam delirtmekten, eline kan bulamaktan vaz mı geçeceksin?"

Omzumun üstünden ona çevirdim gözlerimi. Bana değil, camdan dışarıya bakıyordu. Olgun, karizmatik yüz hatları düşüncelerini yansıtmıyordu. Yanaklarında dağılan sakallarını, sakallarının altında gizlenen minik kaslarını izledim. "Mahşer bazen şu kafanın içine girip bir bakmak istiyorum..." gözlerini devirdi. "Beyin yerine fındık falan mı taşıyorsun?"

Dirseğimi sertçe onun göğsüne doğru geçirdiğimde amacım tamamen uyarıydı ama ifadesinin bozguna uğradığını gördüğümde, onu azarlamak için hazırladığım kelimeler dudaklarımda asılı kaldı. Eli karnından yukarıya doğru uzanarak kalbinin üstüne yerleştiğinde, gözlerini sertçe yummuştu. Kalbini ovduğunu görürken, "Kalbine vurmadım," dedim hızlıca. "Sağ göğsüne vurdum, nasıl acıtmış olabilirim ki? Sorun ne?"

Kesik bir soluk aldığını fark ettim. Sanki nefes alamıyormuş da o nefesi ittirerek, güç bela alıyordu. Gür kaşları bir mücadeleymiş gibi çatıldığında, yatakta bana sırt döndü ve onun ifadesini görmeme engel oldu. Bir an bomboş gözlerle sırtına baktım. Sanki sırtı ten renginde bir gökyüzüydü ve gökyüzü yeryüzünün kucağına düşüyordu. Fakat yeryüzünün kolları gökyüzü kaldıramayarak ağrıyordu. Kollarım ağrıyor Duman, seni kaldıramam.

"İlaç alıyor musun?" Dedim hissizce. "İyi hissetmiyorsan senin için getirmek çok da sorun olmaz."

"Bana yardım mı edeceksin?" Sesi sıkıntılı, rahatsız edici bir kinayeyle örtülüydü. "Gözlerim doldu."

Hadsiz alayı, dinen sinirlerimin üstünde tepinerek beni rahatsız ettiğinde, dişlerimi sıktım. "Ne halin varsa gör!"

"Evet, zaten hep yaptığım bu."

Yeterdi, onunla daha fazla konuşmak istemiyordum. Sınırlarımı bir milim dahi olsa gevşetmeyecektim. Asla. Madem evinde kalmamı istiyordu, o zaman bana sabretmeliydi. Üstümdeki kapüşonluyu sıyırıp atarken, onun hâlâ düzensiz soluklar alıp verdiğini duydum. Hırıltılıydı.

Dizlerimin üstünde yatağın başına kadar yürüyerek dağınık yorganı kaldırdım ve kendimi sırt üstü yatağa bıraktım. Tam nefes almak istediğim anda tanıdık bir şey oldu. Kalbim deli gibi acıdı. Bu çok şiddetli, acı eşiğimin sınırlarına yüklenen bir ağrıydı ve çok anlıktı. Geldiği gibi gitmiş ama emarelerini bırakmıştı. Sanki bütün damarlarıma aynı anda acı verilmiş ve tüm acılar kalbime yüklenmişti. Elimi, badinin üstünden kalbime yaslayarak acının azalmasını bekledim. Evet, şimdi daha azdı ama orada, beni tehdit ediyordu. Bacaklarımı kendime çekerek yatakta yan dönerken, "Çok saçma," dedim yalnızca kendimin duyacağı bir fısıltıyla. "Onun kalbinin ağrıdığı zamanlarda kalbimin ağrıması çok saçma."

"Ne dedin?"

"Bu gece yatakta ben uyuyacağım, kendine uyuyacak yer bul dedim."

Beni ciddiye almaması sinir bozucuydu ama bir de buna sinirlenirsem kafamın içi patlayacaktı. Bu yüzden sadece gözlerimi yumdum ve göz kapaklarım ardında karanlığı hissetmeye çalıştım. Evet, karanlık ve kâbuslar, uyumam için beni bekliyordu. Yatağın ahşap ayaklarını gıcırdatarak yerinden kalktığında, yataktaki gölgesi göz kapaklarımın üstünden ayrılmıştı.

Az sonra abajur kapandı.

Yorgan omuzlarıma doğru örtüldü.

Omuzlarımdaki dokunuşunu fark ettim ama tepki vermedim. Yorgan tenime anında etki ederek hafif bir ısı dalgasıyla beni sardı. Bir an kendimi sorguladım. Neredeydim? Kimin yatağındaydım? Yıllar önce adeta taciz ederek ilk öpücüğünü aldığım o toy, saf çocuğun mu yoksa intikamcı, kalbi hasta adamın mı? Beni o toy çocuk mu yatırıyordu yoksa bugünün o merhametsiz adamı mı? Sonra düşündüm, o hangisi olursa olsun ben bugünün Mahşer'iydim ve bugünün Mahşer kendi dahil kimseyi umursamıyordu.

Parmağının ucuyla elmacık kemiğimi okşadı.

Elmacık kemiğimi söküp atmak istedim, o dokunuşu bir daha istemesin diye.

Az sonra bir başka gıcırtı koltuğun ayaklarından yükseldi. İstediğimi yaparak başka yerde yatıyordu, elbette istediğimi yapacaktı. Onunla kumpasa devam edip etmemeyi yarın düşünecektim, şimdi sadece uyuyacaktım. Uykuyu seviyordum. Yanağımı onun yastığına daha sert yasladığımda onun kokusunu duyumsadım. Acı acı kahve kokuyordu. Kahve kokusunu severdim, kavanozu açarak bir müptela gibi kahveyi kokladığım anları hatırladım. Taze çekilmiş kahve gibi kokması, Allah'ın ona bir ayrıcalığı mıydı?

Bir gezegenin içinde, lanetlenmiş bu odada, lanetli iki insandık ve birbirimize olan nezaketimiz sıfırdı. Duygu bağlılığımız sıfırdı. Birbirimize olan iyi hislerimiz sıfırında altındaydı. Lakin bildiğim bir şey vardı; üçüncü bir kişinin bizim için tehlike barındırmasına izin vermezdik.

"Yıldızın bol olsun," dedi Duman. Nefesimi verirken nefes aldı, sanki verdiğim nefesi aldı. Aynı yumuşak sesiyle devam etti. "Gül Dikeni."

💔

Anlam veremediğim kâbuslar tarafından parçalanan birkaç saatlik uykudan sonra uyandığımda, kendimi aynı pozisyonda buldum. Yüz üstü bir şekilde uzanıyordum, badi göğüslerime kadar sıyrılmış ve yorgan bacaklarım tarafından tekmelenerek yatağın ucuna itilmişti. Gözlerim, dakikalar önce uyanmış olmama rağmen kapalıydı.

Homurdandım.

En çok yaptığım şey olabilirdi.

Biliyordum, çok sevimsiz bir kızdım.

Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey komodin üstündeki abajur oldu. Odaya orantılı şekilde yayılan doğal aydınlık parıl parlayan bir güneşten besleniyordu. Bu aydınlıktan memnuniyetsiz kalarak ağzımın içinde geveledim. "Benim burada ne işim var Allah aşkına!"

Kendime kızarak yataktan kalktım ve bacaklarımı aşağıya sarkıtarak ayaklarımı çıplak zemine dokundurdum. Duman yoktu, açıkçası nerede olduğuyla ilgilenmiyordum. Cehenneme gidebilirdi. Belimde salınan simsiyah saçlarımı karıştırarak nefesimi burnumdan sertçe verdim ve bir kez daha homurdandım. "Anneme haber vermiş miydim ben? Siktir! İlaçlarını almadığına eminim."

Yataktan kalktığımda göğsüme toplanan badi aşağıya doğru indi. Eşofmanın paçaları ayaklarıma takılıyordu ve bu oldukça sinir bozucuydu. Odaya boş boş bakarak çıkışa yürüdüm ve kendimi uzun, sakin koridora attım. Onu aradığımdan değil ama Duman burada da yoktu. Yalnızca hafif bir müziğin ve cızırtının sesini alıyordum, yağın kızgın tavada bıraktığı sese benziyordu. Müzikse sabahın bu saati için oldukça melankolik ve hüzünlüydü.

Ada'nın odasından yükseliyordu.

Kaşlarını çatarak, gözlerimi, önünden geçtiğim odanın kapısına çevirdim. Kapı, Ada'yı görmeme izin sağlayacak kadar aralıktı. Yatağının içindeydi, laptopuna kucağının üstündeydi ve doğrudan, dikkatli gözlerle bilgisayar ekranına bakıyordu. Kaşlarımı çatarak omzumu kapı pervazına yasladım ve onu daha detaylı süzdüm. Onu tanıdığım şu kısa zamanda, dudaklarının kıvrıldığına hiç şahit olmamıştım. Fakat şu an ekrana bakarak gülümsüyordu.

Kendine acımasızlık yapmadığı sayılı zamanlardan birindeydik.

Dalgınca baktığı bilgisayar ekranından ayrılan gözleri beni kadrajına aldığında, dudakları aşağıya doğru bükülerek tebessümüne son verdi. Benden pek hoşlanmıyordu, onu suçlamıyordum; ben kimsenin hoşlanacağı biri değildim. "Bugün iyi görünüyorsun," dedim kısık sesimle.

"Hiç kimse göründüğü gibi değildir Mahşer Abla."

Ona kibirle gülümsediğim halde, bana öfkelenmedi. "Yoo Ada, ben tam da göründüğüm gibiyim."

İnce parmakları klavye üzerinde hareketlendi. Sesi inatçıydı. "Olmak için can attığın kadını görebiliyorum. Fakat insanların kırk yaşı, on yaşında çizilir. Çocukken nasıl yetiştiysen, ne yaşarsan yaşa, büyüdüğünde çocukluğunun yansıması olursun..." bir kez daha bana baktı. "Ve Mahşer Abla, ben senin vicdansız olduğuna inanmıyorum."

Büyüdüğünde, çocukluğunun yansıması olursun.

Söyledikleri karşısında bir şey hissetmeli miydim? Gözlerimi devirdim. "Yapma Ada! Ne yani, bacaklarını senden alan birinden intikam almayı istemez misin?"

Gözlerinden, bir demet buket uzanıyordu ama benim gözlerimden uzanan bıçaklar, o buketteki güllerin dikenlerini buduyordu. Kafasını iki yana salladı. "Bu bana bacaklarımı geri getirecek mi?"

Bakış açılarımız farklıydı. "Böyle düşündüğüne göre benim babamı sevdiğim kadar sen bacaklarını sevmiyordun."

"İnsanların seninle konuşmasına izin vermiyorsun," diyerek yargıladı beni. "Birisi bir açığını, zaafını yakalayacak diye aklın çıkıyor."

"İnan, benim zaaflarım yoktur Ada."

Bilgisayardan yükselen sesi duyduğunda üzerimdeki ilgisini tekrardan ekrana verdi ve sanki az önce benimle tartışan kız değilmiş gibi, küçük bir gülümseme bıraktı dudaklarına. Yanaklarının hafifçe pembeleştiğini gördüm. "Sen biriyle mi yazışıyorsun?"

"Ne! Hayır, öyle bir şey yapmıyorum." Kendini bu kadar çabuk ele vermemesi gerektiğini birisi ona öğretmeliydi. Yüzünü eğdi, yanaklarındaki kızarıklığı saklamakta oldukça tecrübesizdi. "Sadece... Animasyon izliyordum ve komik bir sahneydi!"

Gerçekten mi? O halde animasyonun sesini ben niye duymamıştım? "Adı ne?"

Dalgınca gözlerini kırpıştırdı. "Neyin adı ne?"

"Konuştuğun çocuğun?"

"Öyle bir şey yok!" Bilgisayarı kapatarak uzandı ve komodin üzerine koydu. "Abimi çağırır mısın, lavaboya gitmek istiyorum."

Kaşlarımı çattım. "Rose yok mu?"

Yorganı üzerinden kaldırırken, "Bugün biraz geç gelecekmiş," dedi, bunun onu hoşnut etmediği belliydi. "Abim bana yardımcı olacaktır."

Kollarımı göğsümün üzerinden indirirken, "Rose sana nasıl davranıyor?" Diye sordum ilgisiz bir ses tonuyla. "Nasıl geç gelebilir ki? Bu onun sorumluluğu. Seni basite mi alıyor?"

Anlamsızca bana baktı. "Ona neden gıcık oluyorsun? Beni basite almıyor, gayet özenli davranıyor."

"Üstüne alınmasın, ben herkese gıcık olurum. Ona ayriyeten gıcık olmam için onu umursamam gerekir sonuçta."

Gözlerini ovaladı. "Tamam, galiba o kadar da merhametli değilsin."

Evet, bunu anlamış olması güzeldi. Cevap vermeyerek bomboş gözlerimle odasını süzdüm ama onun gerçekten tuvalet ihtiyacı olduğunu gördüğümde gözlerimi devirdim. Duman denen geri zekâlı neredeydi? Kardeşiyle ilgilenseydi. Ağzımda geveleyerek onu odasında bıraktım ve kapıyı gürültüyle kapatarak koridorda yürümeye başladım. Mutfakta değildi, oturma odasında da olmadığına göre banyo ya da tuvalette olmalıydı.

Tuvaletin kapısını tıklattım ama herhangi bir ses gelmedi. Gözlerimi devirerek yönümü bu sefer banyoya çevirmek için hırçınca arkamı döndüğümde, onu banyo kapısına yaslanmış halde buldum. Baygın kehribarlarında eğlenen parıltılar mevcuttu ve dudaklarında küstah, alaylı bir gülümseme asılıydı.

Ve parmağının ucunda siyah sutyenim vardı.

O sutyeni, gözüme sokmak ister gibi çevirip duruyordu.

Kahretsin! Çamaşırımı dün duştan sonra banyoda bırakmıştım ve Duman bu fırsatı kaçırmamıştı. Yine de tepki vermedim. Tepkisizlik benim en güçlü silahımdı. Dik dik gözlerine bakarak sert adımlarla önüne kadar yürüdüm ve alnımın, çenesinin hizasına geldiğinde duraksadım. Gerilen boynumu gevşetmek için ensemi ovuştururken, "Senin olabilir," dedim umursamaz bir sesle. "Bende daha fazlası var."

Onu ittiğimde tek hedefim banyoya girmekti ama o benden önce davrandı. Parmaklarıyla dirseğimi yakalayarak kaçma girişimimi savuşturdu ve yüzünü boynuma doğru eğdi. Sıcak nefesi bir rüzgâr gibi yanağımdan aşağıya aktığında, dişlerimi birbirine bastırdım. Kibirli gülüşünün ardından, "Yastığımın altında saklayacağım," dedi, burnunu kulağımın arkasına bastırarak. "İstersen sana da bir çamaşırımı verebilirim. Belki sen de yastığının altında saklamak ister..."

“Hahaha. Çok komik."

Onu sertçe ittirerek üstümden attıktan sonra kapıyı çarparak banyoya girdim ve kükredim. "Gülme Allah'ın cezası!"

Kısık sesli gülüşleri azalmaya başladığında uzaklaştığını anlayarak kapıya bir tekme savurdum. Parmaklarıma yüklenen anlık acı yukarı tırmanarak ayağımın her hücresine dağıldı ama sızlanmadım, çığlık atmadım. Klozete yürüyerek ihtiyacımı giderdikten sonra ellerimi birkaç defa sabunladım. Yüzümü yıkamak beni ferahlatmıştı, boynumu ve ensemin etrafını da ıslattım ve birkaç saniye bu serinliğin tadını çıkardım. Banyo oldukça genişti. Geniş bir duş kabini vardı, camları pusluydu ve kabinin içinde birçok şampuan, duş jeli duruyordu. Birkaç lif askıdaydı. Yerde küçük bir banyo paspası vardı. Önünde dikildiğim lavabo ve tezgâhı beyaz mermerdi. Beyaz kapaklı dolaplarda birçok şey olduğuna emindim.

Havluyu kirli sepetine fırlatarak banyodan ayrıldığımda, Ada'nın ve Duman'ın sesini mutfaktan duydum. Ada'nın tuvalet ihtiyacı olduğunu hatırladım, abisinin yardımıyla işini halletmiş olmalıydı. Eşofmanın paçalarına biraz daha sinir olarak koridoru yürüdüm ve mutfaktan içeriye girdim. Duman tezgâha yaslanmış, ocaktaki tavayla ilgileniyor ve Ada, tekerlekli sandalyesinde oturmuş, az önce bilgisayarından dinlediği yabancı şarkıyı abisine söylüyordu. Duman'ın üstünde bir sporcu atleti vardı, aynı şekilde giydiği sporcu şortu da dizlerinin hemen altına dek uzanıyordu. Kavisli, iri pazularına bakarak yürürken masaya geçmiş ve bir sandalyeye oturmuştum.

Ada, son kısmı da mırıldanarak şarkı söylemeyi bitirdiğinde, "Evet, ezberlemişsin," dedi Duman, takdir eden bir davranışla. "Desene, öğretmenin ona verdiğim parayı hak ediyor."

Ada belli belirsiz gülümserken, Nutella kavanozunu önüne çekti. "Evet, yabancı dilimdeki telaffuzu baya düzeltti."

Duman tavadaki birkaç şeyi beyaz porselen tabağa çıkardı. Konuşurken sesi toktu. "O yanındaki cadıya ilet, gelip bana yardım etsin."

Salata dilimine uzanırken o cadının ben olduğumu fark ettim ama umursamazı takınmak kolay oldu. Ada abisine tatlı bir bakış attı. "Mahşer Abla, dün odanda mı kaldı..." üzerimi inceledi. "Üstelik üstünde benim kıyafetlerim var."

Duman arkasını dönerek elindeki tabağı masanın üstüne koydu ve tabaktaki yumurtalı ekmek dilimlerinden birini Ada'nın ağzına tıkarken, ona göz kırptı. "Mahşer Ablan bana bayılıyor, koynuma girdi, o da yetmedi ırzıma geçti..."

Masanın altından onun ayağına kaba bir tekme savurdum. "Boş yapma."

Ada abisinin ağzına tıktığı ekmek dilimini yemeye çalışırken, beceriksizce bir şeyler demeye çalıştı ama ne dediğini anlamadık. Duman ona hiç tekme savurmamışım gibi gayet sakin bir şekilde omzunun üstünden bana döndüğünde, kehribar harelerin içindeki köprüleri gördüm. Aniden bir ekmek dilimini de benim ağzıma tıktığında, "Erkenden kırışacaksın," diyerek azarladı beni. "Az çat şu kaşlarını."

Elinin üstüne sert bir darbe vurarak çenemdeki elini uzaklaştırdıktan sonra, "Neyse ki benim kırışmak için vaktim olacak," dedim öfkeyle. "Senin kırışmak için vaktin dahi olmayacak."

Ona öleceğini hatırlatmak ne kadar acımasızsa işte ben o kadar acımasızdım.

Buz gibi gözler, kehribarların o sıcak tonuna gölge düşürmüştü. Mesafeler... İstediğim buydu. Bana buz gibi bakması benim işime geliyordu, bunun için onu ve hislerini incitmeyi de umursamıyordum. Hiçbir cevap vermeden bir sandalye çekti ve masaya oturdu. Önüme döndüm. Fazla mı ileriye gitmiştim? Tamam, bir başkası olsa ileriye gidip gitmediğimi bile sorgulamazdım ama o...

Duman'dı.

Dizim üstümdeki ellerimi sertçe ovalayarak dudağımın ucunda asılı kalan cümleleri damağımda erittim ve bir aptal gibi sözümü yumuşatmak isteyen yanımı bastırdığım için kendimi tebrik ettim. Onu incitmeyi istemiş miydim? Bilmiyordum. Hafifçe ona doğru eğilirken, "Sen dokuz canlı falansın," dedim sessiz ama hissizce. "Kolay ölmezsin, ben sadece sinirlenince..."

"Aptallaşma Mahşer. Söz konusu ben dahi olsam öfkeni asla soğutma." Sesi keskin, kelimeleri hiddetliydi. "Nefretinin taze kalmasına ihtiyacımız var."

Geri zekâlının tekiydim. İşte şimdi, olduğumdan milyon kere daha sinirliydim. Onu ve aramızdaki gerginliği yumuşatmayı neden istemiştim ki? Fakat, bundan bir ders çıkarmıştım. Bu ilk ve sondu. Bir daha katiyen ona fırsat vermeyecektim, ya da kaba davrandığım için rahatsız olmayacaktım.

Hırsla çatalıma uzanarak domates dilimlerini ağzıma tıktım ve hızlı hızlı çiğnedim. Ada abisi ile aramızdaki iletişime anlamsızca baktıktan sonra yemeğini yemeye devam etti. İtiraf etmem gereken bir şey vardı ki, Duman'ın yumurtalı ekmekleri gayet lezzetli olmuştu. Hem çıtır çıtır hem yumuşaktı, yumurtayı genel olarak sevmesem de o ekmeklerden birkaç dilim almıştım.

Kahvaltıdan sonra kendi tabağımı ve bardağımı alarak tezgâha bıraktım. Ben mutfaktan ayrılırken, Duman Ada'nın ekmeğine Nutella sürüyor ve ona birkaç şey söylüyordu. Dinlemedim. Oturma odasına girdiğimde kendimi tekli koltuğa bıraktım ve camdan dışarıyı süzdüm. İstanbul bugün kıyameti kopmuş bir şehir gibi sisli, bulanık, siyahtı. Bulutlara baktım, bulutlarda tökezleyen serçelere ve karanlığın gizlediği gökyüzüne... Koyu bir gündü.

Dakikalar sonra Duman odadan içeriye girdiğinde varlığının ağırlığı odaya çökmüştü. Sanki şimdi daha karanlıktı duvarlar. Televizyonun yanındaki deri koltuğa oturduğunda tam karşı karşıyaydık ve yüzlerimizdeki maskeler, tenime sımsıkıya tutunmuştu. Elimi suratıma atsam yüzüme değil de maskeye dokunacaktım sanki... Koltukta yayvan bir şekilde oturmuş, ayağını bir diğer dizinin üstünde desteklemişti. Elini kirli sakallarında gezdirerek dağınık şehrin gökyüzünü izlerken, "Melih'in peşine birini taktım,” dedi. “Takipte. Bu Melih'i hasta eder, takip edildiğini hissedecek ama bundan hiç emin olamayacak..." aşağılık bir şekilde güldü. "Sürekli şüphe duyacak, tedirginlik içinde yaşayacak, savunmasız kalacak..."

Evet, baştan beri zaten planımız buydu. Süründürmeden öldürmeyi istemezdim. "Delirmeden önce neden yaptığını öğreneceğiz değil mi?”

"Tabii ki," dedi. "Onu öğrenmek kolay Mahşer. Onu delirtmek hoş olacak, zevkli."

Dudaklarımı iştah açıcı intikamımla birlikte kıvırırken, "Dikkat etsin, takip eden adam yakalanmasın," diyerek uyarıda bulundum. "Melih Han'ın birden fazla koruması var."

"Merak etme, o işinin ehli."

Gözlerimi devirdim. "Ne yani, insanları tedirgin etmek için sürekli onları mı takip ediyor?"

O da göz devirdi. "Ne kadar da mizahşör bir kız..."

Ona cevap vermeyerek saçlarımla başa çıkmaya çalıştım. Uzun ve gür saçlara sahip olmak bazen zorlayıcı olabiliyordu. Yanımda bir lastik toka olmadığı için onları bağlayamıyordum, sırtımdaki ağırlıkları yadsınamayacak kadar fazlaydı. Duman yerinden kalkarak salondan ayrıldı, o an kendimin de burada daha fazla kalması için bir sebep bulundurmadığını fark ettim. Hayatımda, yoluna koymak istediğim çok şey vardı. Annemi doktoruna götürmeli, durumu hakkında bilgi almalıydım.

Düşüncelerim sırasında olduğum koltukta kıpırdanırken, Duman'ın içeriye girdiğini gördüm. Fakat bu sefer herhangi bir koltuğa oturmak yerine benim oturduğum koltuğa yürüyordu. Ben daha ona hesap sormak için arkamı dönmeye fırsat bulamadan tepemde durmuş ve sırtımdan aşağıya dökülen saçlarımı avuçları içine almış ve kafamın arkasını karnına yaslamıştı. Hadsizce yaptığı eyleme öfkelenerek çirkinleştim. "Saçlarımı bırak!"

"Sus, öreceğim."

Delirmiş miydi? Ona neydi saçlarımdan? Sertçe çıkıştım. "Senden bunu isteyen olmadı, bırak saçlarımı."

Kemikli parmakları uzun ve kömür karası kadar koyu olan tutamları üç eşit parçaya ayırdıktan sonra, "Eğer saçlarını örmeme karşı çıkarsan seni asla bu evden çıkarmam," dedi ve hemen sonra ekledi. "Anahtarın nerede olduğunu yalnızca ben biliyorum."

Ah, ne sanıyordu? Tehditle veya şantajla bana istediğini yaptırabileceğini mi? Avcunu yalardı. Kafamı, saçlarımla beraber önüme doğru çekmeye çalışırken, "Git uykudaki sevgilinin saçlarını ör," diyerek kızdım ona. "Anahtar umurumda değil, camdan atlar yine de çıkarım ama bana istediğini yaptırmana izin vermem. Bak, hâlâ örmeye çalışıyor... Ya dur! Bıraksana orman kaçkını, sincap yiyen ayı!"

Boğazından minik, tuhaf bir ses yükseldi. "Sincap yiyen ayı?"

"Evet, sensin!"

"Hiç sincap yemedim."

Güldüm. "Ha, ayısın ama sincap yemedin?"

"Sen..." parmakları bozguna uğradı, durağanlaştı. "Gülümsedin mi?"

"Hayır!" Gülümsememiştim değil mi? "Saçlarımı bırak."

Bir miktar saç tutamımı parmağının ucuyla okşadı. "Saçların ne kadar siyah..." örmeye başladı. "Uzun ve dümdüz. Onlara iyi bakmışsın."

Gökyüzünün yanık, karanlık ve boğucu tenine baktım. "Babamın hatırasıydı."

"Anlıyorum," dedi ve parmakları saç tutamların üstünde raks etti. "Ve artık benimler."

Dalgın olduğum için ona cevap vermedim. Her zaman ki gibi saçmalıyor olmalıydı. İşlevli, yavaş ve hissettiren parmakları üç ayrı parçaya ayırdığı saçlarımı örmeyi sürdürürken, bulut taşıyan gökyüzüne bakmaya devam ettim. Saat öğlene yaklaşıyordu, eve gidecek ve annemle ilgilenecektim. Melih Han için ayarlayacağım ilacı almalı, bir şekilde onun yediği herhangi bir şeye serpmeliydim. Bu onu daha çabuk delirtebilirdi, düzenli kullandığı sürece.

Parmakları örgü işine son verdiğinde küçük bir lastikle örüğü tutturduğunu hissettim. Saçlarımın ağırlığı omuzlarımdan kalkarak beni rahatlatmıştı. Ellerini omuzlarımın üstüne yerleştirerek baş parmaklarının baskısıyla omuzlarımı ovmaya başladığında, engel olmak adına bir şeyler demek istedim ama benden önce konuştuğu için kelimelerimi susturmuştu. "Çok gerginsin, rahatla, her şey istediğimiz gibi gidiyor."

Parmakları bir çeşit neşter gibi derimi sökerek, avuçlarındaki tüm hücreleri içime doğru akıttığında, omurgalarım boyunca uzanan ürpertiyi yok saymaya çalıştım. Boynumu iki yana doğru yatırarak çıtlattım. "Her şey istediğimiz gibi olacak."

Onu onaylıyor olmamdan duyduğu memnuniyeti bir mırıltıyla belli ederken, sertleşen parmakları omuz çevremdeki baskısını arttırdı. "Birer sigara içelim mi?"

"Sen vereceksen olur."

"Yemin ederim ruhun beleşçi kızım ya..."

Gözlerimi devirdim. Omzumdaki baskısı azaldı, az sonra aheste bir tavırla uzaklaştı ve tekrardan doğruldu. Üstünde hâlâ sporcu atletiyle tişörtü vardı. Televizyon ünitesine yürüdü, paketi aldı ve içerisinden çıkardığı sigarayı kalın dudakları arasına bıraktı. Dudaklarının ileriye uzanarak sigaranın filtresini kavramasını izlerken, çakmağın o klik sesini duydum. Çaktı. Dalgalı alev yüzüne yansırken, sigaranın ucunu tutuşturdu ve sert bir nefesi yudumladı. Elmacık kemiklerinin üstündeki küçücük kaslar seğirdi, o ufak ayrıntıyı dahi gözümden kaçırmak bu ana hakaret olacak gibi hissettim.

Bir başka sigarayı parmakları arasına alarak bana doğru seri bir biçimdi yürüdü ve yanıma geldiğinde sırtını bükerek bana doğru eğildi. Burnu burnumla, gözleri gözlerimle aynı çizgideydi. Sigarayı kaldırdı, ağzıma yaklaştırdı ve zaten aralık olan dudaklarımın arasına bıraktı. Islak dudaklarım mentollü sigaranın filtresi üzerine genişçe yayıldığında, kızmış ve tutuşmuş olan sigarasının ucunu sigaramın ucuna sürttü. Közler kucağıma düşerken, ağzımdaki sigaranın ucu birkaç sürtünmeden sonra tutuştu. "Evet," dedi doğrulurken. "Aramızdaki şey, tıpkı böyle."

Aramızdaki şey sadece şeydi. Bir isim verilemeyecek kadar önemsiz, değersizdi ve üstüne konuşmak bile gereksizdi. Benden uzaklaştığında camın önüne yürüdü ve tavandan zemine dek uzanan sürgülü camı ittirerek sokağı izledi. Kül tablası bakındım, orta sehpanın üzerindeydi, onu aldım. Birkaç ufak perçem yanağıma dökülürken, sigaranın kendine has olan o tadının damağıma yayılarak özlediğim tadı bana vermesini bekledim. Hımm, sigaralarımı seviyordum.

Siyah ojelerimi tırnaklarımdan kazıyarak sigaralarımı içtiğim süre esnasında Rose gelmiş, Ada ile ilgilenmeye başlamıştı. Gıcığın tekiydi, hiç de umursamıyordum ayriyeten! Duman oturma odasından çıktığında, onun kıyafetini giyeceğini anladım. Eh, ben de gitsem iyi olacaktı. Paspal halime baktım, Rose gıcığı yine parıl parıl görünüyordu! Homurdanarak doğruldum ve kendimi banyoya attım. Dün çıkardığım kıyafetler buradaydı. Pantolonumu Duman'ın baksırın üstüne geçirdim, aptalın baksırını zaten almıştım.

Badimin uçlarını pantolonun belinden içeriye sıkıştırdım ve örgülü saçımı sırtıma doğru attım. Keskin, kemikli yüz hatlarım kişiliğimi oldukça iyi yansıtıyordu. Öyle sert hatlarım vardı ki, gülümsesem bile bana yakışmazdı sanki. Zaten birazcık bile gülecek olsam çenem, yanaklarım ağrıyordu. Çünkü o kadar çok, o kadar çok gülmüyordum ki...

Banyodan çıkıp kimseye haber vermeden sokak kapısına yürürken, Rose'nin aksanlı ağzıyla konuştuğunu duydum. Iyy, sesi de çirkindi. Dediklerini belli belirsiz duymuştum. Portmantodaki ceketime uzanırken, "Gereksiz," diye homurdandım kaba şekilde. "Mıy mıy konuşuyor. Bir de güzel olsa keşke. Rose'muş bir de, pabucumun gülü."

Sokak kapısını örterek merdiven boşluğuna çıktım ve basamakları koşar adımlarla indim. Hayret, Duman peşime düşmemişti. Ona vakit ayırmak istemiyordum. Tozlu, eski basamakları seri bir şekilde indikten sonra apartmanın kapısını kuvvetle açtım ve kendimi dışarıya attım. Ellerimi cebime sakladım ve sokağın ucuna bakarken, bir taksi ya da metroya gitmeyi düşündüm.

O sırada korna çaldı.

Ah, başımın belası!

Omzumun üstünden arkama baktığımda, Duman'ın dörtlüleri yaktığını ve rahatsız edici bir ısrarla kornayı çaldığını gördüm. Bu herif ne ara aşağıya inmişti yahu! Film camlar yüzünden onu göremiyor olsam da anlık şaşkınlığımın sebep olduğu yüz ifademle baya eğlendiğini hissediyordum. Ona el hareketi çekerek arabaya doğru yürümeye başladığımda, kornanın sesi kesilmişti. Yanağımın içini sertçe ezdim. "Kahretsin! Neden gözlerimin baktığı her yerde seni görmek zorundayım ki?"

Hırçın bir şekilde arabanın arka koltuğuna yerleştiğimde, ağzının içinde bir şeyler geveledi ama duymazdan geldim. Madem bana bir şeyleri dayatıyordu, ben de ona bir şeyler dayatabilirdim. Bacaklarımı geniş koltuğa uzatarak sırtımı rahatça yasladım ve gözlerimi kapattım. Gidene kadar onunla konuşmayacaktım, sadece susacaktım. Öyle de yaptım. Duman da garip bir şekilde bu tavrıma saygı duyarak konuşmamış, yalnızca arabasını kullanmıştı. Üstünde içi yünlü, siyah ve dizlerinin üstüne kadar uzanan paltosu vardı, paltonun altına siyah renginde boğazlı bir kazak giyinmişti ve kot pantolonunu yerime otururken fark etmiştim. Sol kulağında biri metal, diğerinde siyah iki küpe vardı.

Kaşlarımı çatarak önüme döndüm.

Onu gördüğüm ilk andan beri siyah paltoları ve küpeleriyle aklımı karıştırıyordu. Hem klasik hem de sıradışı olmayı beceriyordu.

Kollarımı göğsümün üstünde kavuşturarak içten içe, onun radyoda açtığı şarkıya ettim. Beyonce'nin Halo parçasıydı. Yol üzerinde bir markette durmuş, ona tam 10 paket marlbora aldırmıştım. Aşağı yukarı bir aylık sigaram çıkmıştı. Pek söylenmemişti, neticede bana sözü vardı. Bir de bankamatikte durmuş, para çekmiştim. Üstümde para bulundurmalıydım.

Kısa bir süre sonra araba sokağa girerek müstakil evimizin önünde durduğunda, bacaklarımı koltuktan indirdim. Motorun hırıltılı sesi alçaldı, Duman direksiyondaki parmaklarını dizleri üstüne koyarak omzunun üstünden bana döndüğünde, gözlerimle gözlerini karşıladım. Bakışlarımız arasındaki uzanan köprünün üstü cennet, altı cehennemdi. Bu köprünün kendisiyse zaten arafa uzanıyordu. Bakışları burnumun doğrultusunda inerek kemikli yanak çevremi uzunca izledi, seğiren dudaklarının köşelerinden yanaklarına uzandı alaylı gülüşü. "Yanağında," dedi, genzini temizleyerek gülüşünü bastırırken. "Nutella mı o?"

"Atıyorsun?"

Yüzümü buruştururken parmaklarımı anında yanağıma taşıdım ama hayır, parmaklarımın altında herhangi bir şey hissetmiyordum. Terslendim. "Dalga mı geçiyorsun?"

Terbiyesiz söylemime dudaklarını araladı, kaşlarını çattı ve hemen sonra gözlerini devirdi. "Ağzın, çok daha iyi kelimeler kullanacak kadar güzel."

"Sus ya!" Avuç içimle sertçe yanağımı ovuşturdum. "Hani nerede? Ben hissetmiyorum."

"Elmacık kemiğinin üstünde, perçemin gizliyor..." parmakları, izin almaya asla gerek görmeden bahsettiği yere, elmacık kemiklerimin üstüne uzandı. Parmaklarının havada tökezleyerek yanağıma yaklaşmasını, belirsiz bir cismin yaklaşmasını izler gibi izledim. Tüyden daha narin bir dokunuşla birlikte elmacık kemiğimin üstüne dokunduğunda, parmaklarının altındaki çikolatayı hissettim. O çikolatayı baş parmağının kenarıyla yanağımdan topladığında, kaşlarımı korkunç bir şekilde çatmıştım. Gözlerini gözlerimden tek bir an ayırmadan parmağının kenarındaki çikolatayı ağzına kaldırdı ve dudaklarıyla emdi. Mideme yumruk yemiş gibi irkildiğimde, memnuniyetle homurdandı. "Bu tat senin mi çikolatanın mı?"

Elimi, elinin aidiyetini bıraktığı köşeye kaldırarak çikolatanın iziyle beraber dokunuşunu da sildim. Elim öyle sertti ki, sanki bir paçavrayı yırtıyordu. Homurdandım. "Benim tadımı alabileceğini falan mı sanıyorsun?"

"Evet," diye karşılık verdi anında, yüzsüzce. "Yakında. Sandığından da yakında alacağım tadını."

Midemdeki demirden yumrukların sayısı çoğalırken, "Alabileceğin tek şey yüzünün ortasına bir yumruk ve belki kasıklarına bir tekmedir," dedim.

Ruhsuzca gülümsedi, ruhlu bir gülümsemenin nasıl olabileceğini sorguladım. "Geçireceksen sen geçir kasıklarıma."

"Cehenneme git."

Bir çırpıda arabadan indiğimde arkamdan sırıttığını hayal ettim. Hissediyordum, görmeme gerek yoktu. Damarımın içinde sanki kan yerine erimiş demir vardı ve ne zaman öfkelensem o eriyen demir sertleşerek gerçek bir Demir görevi görüyordu. Kaskatıydım. Her an. Neredeyse ağzımdan dumanlar çıkararak bahçenin ahşap kapısından içeriye girdiğimde, ıslak çamur botlarıma sıçramıştı. Cinnet geçirmek için iyi bir zamanlamaydı. Evin etrafını dolanırken, Duman'ın hâlâ gitmediğini fark ettim. Aptal, onun kollamasına ihtiyacım varmış gibi davranması sinir bozucuydu.

Anahtarımı ceketimin cebinden çıkararak kapının metal deliğine yerleştirdiğimde, evdeki sessizliğin tüm sesleri baştan çıkaracak kadar fazla olduğunu düşündüm. Anahtarı çevirdim, kilidin dönerken var ettiği sesi duyumsadıktan bir saniye sonra kapıya yüklenerek çelik kapıyı geriye ittirdim. Kapı geriye gidemedi, arkasında bir ağırlık vardı.

Bakışlarım o ağırlığın sahibine çevrildi.

Annemin sarı saçları boylu boyunca örtülmüştü zemine.

Nasıl yaptım, aklımı nasıl çalıştırdım bilmiyordum ama, "Duman," diye aniden bağırdığımda, ses tellerimi kaybettiğimi hissettim. Motorun sesini duymamıştım. "Duman, çabuk buraya gel!"

Annem iyi değildi, belki kapının ardındaki beden nefes bile almıyordu. Bu düşünceyi kabul edebilirdim ama onun cesedine sarılmak için hazır değildim. Tanrım hayır... Bu an için asla hazır olmayacaktım. Bahçe kapısındaki büyük gürültüden sonra Duman'ı soluk soluğa yanımda buldum. Benden önce, benim bakışlarımı takip ederek annemi gördüğünde üsturupsuz bir küfür savurarak beni ittirdi Duman'ın itmesiyle tökezleyerek bomboş şekilde annemin saçlarına bakarken, az ötemde bir şangırtı koptu.

Camı parçalamış olmalıydı.

Gözüm annemin saçlarından başka bir şey görmüyordu. Herhangi bir şey hissetmiyordum. Sadece bakıyor, milyonlarca anlamlardan birini bu sahneye yüklemeye çalışıyordum. İçeriye girdi, parçalanan camlardan bir kısmı üstüme sıçramıştı ama etkisizlerdi. Adımlarının sesi, kalbimin gürültülü çığlıkları, dudaklarımdaki seğriliş, saç diplerimdeki karıncalanma... Hepsini bir anda bedenimin içine çekmek, algılarımı kapatmıştı.

Kapı aralandı.

Duman, kucağında annemle birlikte dışarı çıktı.

"Arabanın kapısını aç."

Cevap vermeden hareketlendim ve saniyeler içinde bahçeden dışarıya çıkarak arabanın arka kapısını açtım. Duman, iri kollarıyla desteklediği annemi sıkıca kavrar halde, hemen arkamda belirmişti. Uzandı, annemi açtığım kapıdan içeriye, geniş koltukların üstüne bıraktı. Sadece bir an ruhsuzca annemin yüzüne baktım. Sarı saçları her yerdeydi. Gözlerine erişemiyordum. Berbat göründüğünü düşünmek bile onun naif güzelliğine hakaretti. Olgun, kadınsı yüz hatlarında bir ceset görmüyordum ama bir yaşayan da görmüyordum.

Duman beni ön koltuğa oturttu.

Hastaneye gidene kadar ikimizde tek kelime konuşmadık. Konuşacak ne vardı ki? Hiç. Elimizde hiç vardı. Fakat onu kaybedersem ben de bir hiç olacaktım. Olduğumdan daha hiç nasıl olurdum bilmiyordum ama Allah onu benden alırsa, bunu da öğretmiş olacaktı. Kaderimin belki de bu satırından sonrasını hiç olarak geçirecektim, tıpkı bu satırdan öncelerini hiç olarak geçirdiğim gibi.

Şükür ki hâlâ nefes alıyordu.

Kısa sürenin sonunda annem, çevrenin en yakın hastanesine, onun sayesinde geldiğinde hâlâ sanki hiçbir şey olmamış gibi tepkisiz ve sessizdim. Annemi tekrardan kucakladı, hastanenin içine taşıdı. Bir çocuk gibi onların peşinden gittim, sonrasında bir çocuk olamayacak kadar telaşsız olduğumu fark ettim. Hastanenin duvarları beyazdı, yerler daha beyazdı. Ellerim bembeyaz kesilmişti, damarlarım fırlayacak olabilirdi.

Duman annemi acil servise bıraktı.

Sahi, annemin durumu ne kadar acildi?

Duman anneme sırt çevirerek bana doğru yürümeye başladığında başımı sol omzuma doğru düşürerek beyaz yataktaki bedene baktım. Eli yüzü bembeyazdı. Saçları yastıktan aşağıya sarkıyordu ve eli de saçlarına eşlik ediyordu. Birkaç beyaz önlüklü kişi ona müdahale etmeye başlamıştı. Geri geri gitmeye başladım, dünyanın bu ucundan diğer ucuna doğru yürümek bir en nihayetinde dünyanın sonundan aşağıya düşmek istiyordum. Belki bir gezegene takılırdım, bir yıldız kümesine tökezlerdim.

Arkamı döndüm.

İnsanları savuşturarak koşmaya başladım.

"Mahşer, gel buraya. Sana sadece ben yardım edebilirim!"

Hastanenin kapısından dışarıya çıkarak önüme çıkan merdivenleri ikişer bir halde indim. Bahçenin arkasına kadar durmadan koştum, bağcığımın üstüne basarak düştüğüm yerden kalktım ve bir daha koştum. Bir sonra ki düştüğüm yer varmak istediğim yerdi. Hastanenin kimsesiz, soğuk, fırlatıp atılmış arka bahçesi. Banklar, bakımsız ağaçlar, sigara izmaritleri...

Ve Duman.

Sırtımı duvara yaslayarak bacaklarımı kendime çektim ve kollarımı dizlerimin etrafına sardım. Biraz nefessiz kalmış, yorulmuştum. Nefesim boğazımın etten derisini sıkıştırıyor, göğsüm galeyana gelmiş bir savaş ordusunu taşıyor gibi ezilip büzülüyordu. Dünyanın tüm savaşları sanki benim göğsümün üstünde yapılıyordu. Yanıma oturdu, yüzü, gözleri gibi bana dönüktü. Sadece birkaç dakika konuşmadık. Dünyanın en belirsiz birkaç dakikalarından biriydi.

Sana o yardım etti, diyordu iç sesim. Ona borçlandın.

Duman hissettiklerimden zerre haberdar olmayarak, "Ciddi olduğunu sanmıyorum," diyordu, teselli ediyordu galiba. Teselliye ihtiyacım yoktu. "Hemşireler kriz olduğundan bahsetti. Ne krizi diye sormadım, çünkü ne krizi olduğunu öğrensem de anlamazdım. Ben bir tek kendi krizlerimi bilirim. İlgileniyorlar, kendine gelecektir. Ayrıca nefesi normaldi, nabzı yavaşlamamıştı. Annen güçlü olmalı, bu onun için şiddeti az bir sarsıntı olabilir sade..."

Başımı kaldırdım, ona baktım.

Ve cümlesini tamamlamasının hiç de önemli bir ayrıntı olduğunu düşünmeyerek kollarımı boynuna doladım.

Ona sarıldım.

Vücudum vücuduna çarptı. Kollarımın arasındaki şaşkınlık dile gelip konuşacak oldu ama bu anı bozmaktan utandı. Kalbi sağ göğsüme denk geldiğinde, oradaki edebi boşluğun kapılarından içeriye genç, saf bir delikanlının sızdığını hissettim. Bu an aslında bu an değildi. Ben okul eteğimi çekiştirerek iniyordum herhangi bir merdivenden aşağıya. O spor salonundan bir grup gençle çıkıyordu dışarıya. Yanakları pembe, saçları nemli, gözleri dingin... Beni görmeden geçiyordu, sadece arkasından bakıyordum. Sadece arkasından baktığım şey şimdi kollarımın arasındaydı ama artık benim gözlerim saf masumiyeti değil, bir ipten sarkan cesetler görmek istiyordu. "Teşekkür ederim," dedim, kalbi olduğundan çok daha sert atarak sağ göğsümün içini doldururken. "Anneme yardım ettiğin için teşekkür ederim."

Teşekkür ederim on altımın en güzel şeyi.

Teşekkür ederim, ikinci basamağı altı olan tüm sayıların bana seni hatırlatmasına izin verdiğin için.

Ve ikinci basamağı altı olan hiçbir yaşımda benimle olamayacağın için.

 BÖLÜM SONU.